Summary: This article was published in English in International Marxist-Humanist, Dec. 13, 2023, here: https://imhojournal.org/articles/two-dialectical-anniversaries-lukacs-and-dunayevskaya/ We are publishing the Turkish version, translated by Yener Çıracı, which appeared in Birdunyaceviri blog :
https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2024/01/03/iki-diyalektik-yildonumu-lukacs-ve-dunayevskaya-kevin-b-anderson/?fbclid=IwAR3vmgEChf8W_73OuttJhgdBE1zlQxscmgItl9_TfdUoJG-CRxEhTGMcX8M
Şanslı bir rastlantıyla, 2023 yılı Georg Lukács’ın çığır açan Tarih ve Sınıf Bilinci: Marksist Diyalektik Üzerine Çalışmalar (1923) adlı eserinin 100. ve Raya Dunayevskaya’nın çığır açan Felsefe ve Devrim: Hegel’den Sartre’a ve Marx’tan Mao’ya adlı eserinin 50. yıldönümüdür. Bu parlak çalışmalar arasındaki farklardan biri, Lukács’ın kitabının Marksist felsefenin en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilirken oldukça değerli olmasına rağmen Dunayevskaya’nın kitabının biraz ihmal edilmiş olmasıdır. Lukács için 1917 Rus Devrimi, Dunayevskaya için ise 1950/1960’ların küresel devrimci ayaklanmaları gibi altüst oluşlara yol açan toplumsal devrimler ve ayaklanmalar sonrasında yayınlanan bu kitaplar yalnızca entelektüel akımlara yanıt veren akademik felsefi çalışmalar değildi.
Lukács’ın Hegelci-Marksist Diyalektiği Kurtarması
Tarih ve Sınıf Bilinci‘nde nefes kesici olan, yazarın ilk bölümde, kurucusunun ölümünden sonraki kuşakta Marksist felsefenin üzerini kaplayan kaba materyalist örtüyü kaldırıp atan bir dizi kavramsal çerçeve ortaya koymasıdır. Lukács önsözde kitabının köklerinin Lenin’in bir önceki yıl “Hegelci diyalektiğin materyalist dostlarından oluşan bir tür toplum” kurma önerisine dayandığını kabul etse de Lenin’le olan bu bağlantı kitabın akademikleştirildiği yüzyılda büyük ölçüde kaybolmuştur (Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Rodney Livingstone, Michael Löwy’nin yeni bir önsözüyle, Londra: Verso: 2023, s. lvii).
İlk olarak Lukács, diyalektiğin Marksizmin ruhu olduğu, Marx’ın diyalektik “yönteminin” onun herhangi bir özel çıkarımından daha temel olduğu şeklindeki nefes kesici fikirle başlar (s. 1). O zamana kadar hiç kimse bunu yapmamıştı.
İkincisi, bugün bile pek çoklarının yaptığı gibi bunu bir genelleme olarak bırakmaz, diyalektiği ihmal edenlerin bazılarının isimlerini sayar. Bunlar arasında, sadece devrimi değil, “Hegelciliğin ‘diyalektik tuzaklarını’” da reddeden ve yaygın olarak eleştirilen sağcı sosyal demokrat Eduard Bernstein da vardır (s. 5). Ancak Lukács bununla da kalmaz; Friedrich Engels’i de gerçekliğe karşı esasen “düşünümsel” bir duruş sergilediği ve diyalektiği durağan bir perspektife karşı akışkan bir perspektif kavramına indirgediği için hedef alır. Lukács bunun “tarihsel süreçte özne ve nesne arasındaki diyalektik ilişkiyi göz ardı ederek” diyalektiği budadığını ve bu olmadan “diyalektiğin devrimci olmaktan çıktığını” yazar (s. 3). Aynı zamanda, daha genel bir düzeyde, Lukács “kaba materyalistler” olarak adlandırdığı, devrimcileri olduğu kadar reformistleri de içeren bir kesime de saldırır (s. 9).
Komünist Enternasyonal içinde çalışırken Engels’in adını cesurca anması, Lukács’ın bazı önde gelen yoldaşlarıyla başının derde girmesine neden olur. CI Başkanı Grigory Zinoviev, 1924’teki Beşinci Enternasyonal Kongresi’nde Lukács’ı idealist sapmalarından dolayı ismen kınar. Bu kınama elbette Lenin’in o dönemde çok az bilinen Hegel ve diyalektik üzerine kendi yazılarını görmezden gelir. Bir yıl sonra 1925’te, bugün bile büyük bir Marksist teorisyen olarak kabul edilen ve önde gelen Bolşevik Nikolay Buharin, kendisini gururlu bir şekilde “mekanik materyalist” olarak ilan ettiği bir başlangıç kitabı olan Tarihsel Materyalizm‘i yayımlar. Ne yazık ki Leon Troçki de Lenin’in Hegel Üzerine Felsefi Defterler‘i yayınlandıktan sonra bile hiçbir zaman böyle bir duruşun ötesine geçemez.
Tarih ve Sınıf Bilinci‘nin üçüncü önemli başarısı, Marksist teoride ilk kez bir çalışmanın Kapital‘in meta fetişizmi bölümünü merkeze yerleştirmesinde yatmaktadır: “Hegel’in Mantık‘ındaki Varlık, Varlık-olmayan ve Oluş’u ele alan ünlü bölümün onun felsefesinin tamamını içerdiği sık sık iddia edilmiştir – ve bunda haklılık payı da vardır. Belki de aynı haklılıkla, metanın fetiş karakterini ele alan bölümün, tarihsel materyalizmin tamamını ve kapitalist toplumun (ve ondan önceki toplumların) bilgisi olarak görülen proletaryanın öz-bilgisinin tamamını kendi içinde barındırdığı iddia edilebilir” (s. 170). Hiç kimse, Lenin bile, meta fetişizmini Marx’ın Kapital‘inin en önemli yönü olarak görmemişti.
Tarih ve Sınıf Bilinci, 1920’lerde Almanya’daki Frankfurt Okulu’ndan savaş sonrası Fransa’sındaki Maurice Merleau-Ponty gibi varoluşçu filozofları ve o zamandan beri pek çok kişiyi Marksizme kazandırdı ve radikal entelektüeller üzerinde büyük bir etki yarattı. Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci sayfalarında Engels’e yönelttiği Hegelci ve diyalektik eleştiriyi sosyal bilimlerdeki akademik pozitivizme de genişlettiği için, bu durum radikal felsefe ve sosyal teoride çok sayıda özgün gelişmeye yol açtı.
Lukács’ın Marksist diyalektiğe yönelmesinden önce, yirminci yüzyılın ilk yıllarında Almanca konuşulan Orta Avrupa entelektüel hayatının ışıltılı dünyasından bir kopuş yaşandı; bu dünya Yahudi entelektüellere yeni yeni açılmaya başlamıştı. Max Weber gibi yüksek mevkilerde bulunan bir isim üniversite pozisyonları için ona tavsiye mektupları yazmış olsa da bu çabalar antisemitizm nedeniyle başarısız oldu. Lukács’ın, Weber’in desteklediği emperyalist Birinci Dünya Savaşı katliamını reddetmesi, temel önermelerini yeniden düşünmesine yol açtı. Kendi kuşağındaki diğer pek çok entelektüel gibi, devrimci Marksizm’e doğru yol aldı.
Raya Dunayevskaya: Tüm Renkleri ve Biçimleriyle Devrimci Yaşam Gücü Olarak Diyalektik
Rusya doğumlu Dunayevskaya çok farklı bir sosyal çevrede Chicago’nun Ukraynalı Yahudi topluluğunun Yidiş dilini konuşan göçmen ortamında dünyaya geldi. Batı Ukrayna’da doğmuş, 1920’lerde Chicago’nun en yoksul mahallelerinden birinde büyümüştür ve bu mahalle daha sonra Illinois-Chicago Üniversitesi’nin kampüsüne yol açmak için “gecekondu temizliği” sırasında buldozerle yıkılmıştır. Hiçbir zaman doktora ya da lisans derecesi alamadı, ama onun kuşağından işçi sınıfından kaç göçmen kadın aldı ki? Etrafı Komünist ve Sosyalist partilerin üyeleriyle çevriliydi, dünya çapındaki aktivizme erkenden katıldı, önce Komünist Parti’de sonra da Troçkist olarak siyasi ve teorik eğitimini aldı. Bu, Meksika’da Rus sekreteri olarak görev yaparken bizzat Troçki ile, CLR James ve Grace Lee Boggs ile ve biraz daha sonra ABD’de Herbert Marcuse, Erich Fromm ve Louis Dupré gibi daha akademik düşünürlerle veya Arjantin’de Silvio Frondizi ve eski Yugoslavya’da Praxis Okulu üyeleriyle diyalogları içeriyordu.
Dunayevskaya’nın Felsefe ve Devrim kitabı, 1940’larda James ve Lee Boggs ile çalışırken Lenin’in Felsefe Defterleri‘ni çevirmesiyle başlayan yaklaşık otuz yıllık diyalektik araştırmaların doruk noktasıydı. Çığır açan 1973 tarihli kitabı devrimin diyalektiğine çeşitli şekillerde katkıda bulundu.
İlk olarak, Hegel’in diyalektiğinin kendi içinde devrimci olduğunu gösterdi ve bu şekilde Hegel’in en devrimci halini daha sıradan ve hatta bazen gerici siyasi ve tarihsel yazılarından ayırdı: “Hegel tam da en soyut göründüğü, tarihin tüm hareketine karşı kepenkleri sıkıca kapatır gibi göründüğü yerde, diyalektiğin can damarının -mutlak olumsuzluğun- içeri akmasına izin verir” (Dunayevskaya, Philosophy and Revolution, New York: Delacorte, 1973, s. 31-32).
İkincisi, Lukács gibi o da mekanik materyalizme, özellikle de ulusal kurtuluş kavramını sınıf indirgemeci bir yaklaşımla reddeden Buharin’e saldırdı. Ama aynı zamanda romantizmin bazı biçimlerini ve özellikle de Hegel’in deyimiyle “tüm yöntemleri reddeden” ve bu nedenle Kant öncesi pozisyonlara bir gerileme olan sezgiciliği hedef aldı (s. 20). Dunayevskaya, Hegel’in eleştirisini Mao Zedong düşüncesinde ve pratiğinde bulunan “diyalektiğin sezgici ve iradeci alternatifine” yönelik kendi eleştirisini geliştirmek için kullandı (s. 162). Bu, Mao’nun ülkeyi kitlesel kıtlığa sürükleyen ve dolayısıyla son derece gerici bir nitelik taşıyan Büyük İleri Atılım gibi hızlı kalkınmaya yönelik aşırı öznelci kampanyalarında da görüldü.
Üçüncüsü, diğer Marksistler, hatta diyalektik kavramını doğrudan Hegel’den almaktan çekinmeyenler bile Hegel’in mutlaklarını reddetme eğilimindeyken, Dunayevskaya Hegel diyalektiğinin bu yönünü benimseyen tek önemli Marksist düşünürdü: “Hegel’in Mutlaklar’ında, soyut bir biçimde de olsa, Marx’ın deyimiyle tam anlamıyla gelişmiş ‘toplumsal birey’ ve Hegel’in deyimiyle ‘evrenselliğine müdahale eden her şeyden, yani özgürlüğün kendisinden arındırılmış’ bireysellik vardır. Hegel için özgürlük yalnızca çıkış noktası değil, aynı zamanda dönüş noktasıydı” (s. 43). Bu, Dunayevskaya’nın insan özgürlüğünün nihayet sağlanacağı gerçek bir komünizm için felsefi temeli yeniden inşa etmesi açısından son derece önemliydi.
Dördüncüsü, Dunayevskaya Felsefe ve Devrim‘de 1950’lerin/1960’ların bir dizi küresel devrimci hareketini, Afrika’ya ve ABD’deki Siyahların özgürleşmesine özel bir dikkat göstererek ele almıştır. Afrika’ya gelince, önde gelen ABD’li entelektüellerin Soğuk Savaş ikiliklerine saplanıp kaldığı bir dönemde, aralarında Frantz Fanon’un da bulunduğu Afrikalı entelektüellerin yaratıcı düşüncelerini fark etmiştir: “Gerçek şu ki, ‘geri kalmış’ Afrika devrime yeni yollar açan ve kalkınmaya yeni yollar arayan bir fikir dinamizmiyle yüklüyken, ‘gelişmiş’ ABD’de hüküm süren Soğuk Savaş burjuva entelektüelleri arasında öylesine yaygın bir rahatsızlık yarattı ki, ‘ideolojinin sonu’nu ilan ettiler” (s. 215).
ABD’deki Siyahlara gelince, Dunayevskaya Felsefe ve Devrim‘de, polis şiddetine karşı bir protesto olarak başlayan 1967 Detroit ayaklanmasını, ırksal olduğu kadar sınıfsal boyutları da olan gerçek bir devrimci olay olarak selamlıyordu: “1967’de siyah insanların amaç dolu canlılığı, yalnızca baskının semptomlarına -gecekondu mahallelerindeki beyaz ev sahibine, beyaz tüccara, beyaz aracıya- saldırdı. Bunun nedeni Bay Büyük’ün kim olduğunu bilmemeleri değildi. Daha ziyade, beyaz emeği tüm sistemin altını oyma kararlılıklarında kendilerine katılmaya hazır görmedikleri içindi. Beyaz emek olmadan sistemin köklerinden sökülüp atılamayacağını elitist liderlerden daha iyi biliyorlardı. Siyahların isyanı Detroit’te doruğa ulaştı çünkü yıllardır ilk kez, hem dışarıda hem de içeride, beyaz ve siyah dayanışmasının ilk görüntüsü ortaya çıktı. Başlangıçların en silik olanıydı ama ortaya çıktı.” (s. 272-73).
Bu bağlamda, 1982 yılında Philosophia‘da yayınlanan Felsefe ve Devrim‘e yönelik düşmanca bir eleştiri özellikle aydınlatıcıdır: Philosophia: Philosophical Quarterly of Israel‘de yayınlanan bu eleştiri, Dunayevskaya’nın devrimci, Marksist hümanizm biçiminin liberal versiyonlardan ne kadar farklı olduğuna parmak basması nedeniyle özellikle aydınlatıcıdır: “Yazarın kitlelerin kendiliğinden eylemlerine duyduğu heyecan, 1965’te Watts’ı ve 1967’de Detroit’i yakıp yağmalayanlara duyduğu hayranlıkta kendini gösterir. Gerçek hümanizmi getirecek toplumsal devrimi ancak bu tür kitle hareketlerinden doğacak diyalektiğin başarabileceğine inanmaktadır. İnsan onun ne tür bir hümanizmden bahsettiğini merak etmeden duramıyor.” Zira bu yorumcunun hümanizmi kesinlikle bu değildi!
Bu düşmanca eleştiri aynı zamanda bizi, bu yıl yıldönümlerini kutladığımız Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci ile Dunayevskaya’nın Felsefe ve Devrim adlı diyalektik çalışmalarını birbirine bağlayan ortak noktaya da işaret ediyor: Bu kitapların her ikisi de devrimin diyalektiğine, mevcut toplumu köklerinden söküp atmak ve yerine özgür emeğe dayalı bir toplum kurmak için felsefi bir zemin yaratmaya odaklanıyor.
Çeviri: Yener Çıracı
0 Comments